Mahcup, içine kapanık, disipline gelemeyen, alkolden uzak kalamayan, haline arz etmekten çekinen, yasaklara direnemeyen bir edebiyat insanıydı Cahit Sıtkı. 1940’lı yılların başında, 2’nci Büyük Savaş’ın bütün hızıyla devam ettiği zamanlarda, İstanbul’daydı, Beşiktaş’ta… Abbas Ağa Yokuşu’nun hemen başındaki bir evi ailesiyle paylaşırdı. En samimi arkadaşı, hemşerisi Vedat Günyol’du. Her akşam, Günyol’un aile evine uğrar; kapının ziline dokunurdu. Günyol’un evde olmadığını bilirdi; kapıyı her seferinde Vedat’ın kız kardeşi Mehlika Hanım açardı. İçeriye buyur etse de, Tarancı utancından olacak eve gir(e)mezdi; kahve içme teklifini reddederdi. Ayaküstü, kapı önünde sohbet ederlerdi. Tarancı, güzel kızın gözlerine dalar, kelimelerinin insicamını yitirdiğini neden sonra fark ederdi. Bakışlar belki bir şeyler söylerdi, ama duygular kelimelere dökülmeyince aşkın ilânı yarım kalırdı, tamamlanmazdı. Cahit Sıtkı’nın sıkıntısı da kelimeleri harekete geçirememesiydi. Ama her akşam kadeh parlattığı birkaç arkadaşı, ümitsiz, kapı eşiği aşkını bilirdi.
Vedat Günyol’un bile ancak Tarancı’nın ölümünden sonra kırık aşk hikâyesinden haberi olabildi. Ne demişti Cahit Sıtkı? ‘Al getir sevgiliyi Beşiktaş’tan; Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan…’ Gözlerinden iki damla yaş aktı; birkaç kişinin bildiği duru, tek taraflı aşkın şahidi sadece bu mısralar mıydı?
Cahit Sıtkı’nın - Fatih Kısaparmak tarafından! - bestelenen bir başka şiiri, Karasevda da Mihrimah Hanım için yazılmıştı. ‘Bir kerre sevdaya tutulmaya gör; Ateşlere yandığının resmidir. Âşık dediğin mecnun misali kör; Ne bilsin âlemde ne mevsimidir.’
Babasının iş yerinden nefes almak için - arada bir! - kırardı. İstanbul’un salaş meyhanelerinden birini mesken edinmişti. Cumhuriyet gazetesinde, haftada bir gün öyküsü yayınlanır; telifiyle masa donatırdı. Parmakkapı’da Afrika Han’ın altındaki küçük, mermer masalı, sevimli meyhane soluklandığı yerdi. Şef garsonu Mavromatis Efendi, kısacık boylu, mesleğinin ehli bir Rum’du. Tarancı bir öyküsünde, Mavromatis Efendi’yi anlatmıştı.
İstanbul’da sanat-edebiyat dünyası canlıydı, ama Osmanlı hâlâ ağır basıyordu. Oysa Ankara yeni bir şehirdi; yeni Cumhuriyetin başkentiydi. Daha bakir, daha sakin, daha keşfedilmeyi bekliyordu. Hem devlet memuriyeti daha sağlamcı bir işti. Cahit Sıtkı; 1946’da CHP’nin açtığı şiir yarışmasında birincilik ödülünü kazanınca, Ankara’da tanındı. Bürokraside bir yer edinebilirdi. Anadolu Ajansı’nda Fransızca çevirmenliği kadrosuna alındı. Maaşı sınırlıydı, fakat sanat hayatı zengindi.
Başkentte de kafa çekebileceği, sohbet edeceği, şiirlerini okuyup dinletebileceği bir çevre oluşuverdi. Herkes birbirinin ismini-eserlerini biliyordu, tek eksikleri yüz yüze gelmemiş, aynı havayı solumamış olmalarıydı. Önce Kürdün Meyhanesi’ni, ardından Üç Nal’ı tanıdı, müdavimleri arasına katıldı. Nurullah Ataç, Ahmet Muhip Dıranas, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Mehmed Kemal, Fahir Aksoy gibi edebiyatçı, sanatçı ve yazarlarla dostluk kurdu, yarenlik etti. Yeni şiiri, yeni şairleri tartıştılar. Nazım’ın daktiloyla çoğaltılmış şiirlerini okuyup, yorumladılar. Masalarındaki sohbet halkası genişledikçe, ilgilenenler, kulak kesilenler ve ‘not tutanlar’ da ortaya çıktı. Zaman zaman siyasî şubenin taharrileriyle kadeh de tokuşturdular. Her akşam sohbet biterken, ‘umumi istek üzerine’ Abbas okunur ve son yudum içkiler tüketilirdi. Ama geceye daima ‘Paydos!’ ile veda edilirdi.
Cahit Sıtkı, rakıya düşkündü. Beyaz peynir, bir tabak leblebi ve meyve ile yetinirdi. Ayın sonuna doğru ortalıkta görünmüyorsa, harcayacak parası kalmadığındandı. Arkadaşlarına içki ikram ederdi. İkram edilmesini beklemezdi…
Sonra, birdenbire çevreden kayboluverdi. Masalar ve kadehler boş kaldı. Meyhane arkadaşları, gelebileceğini düşünerek sandalyesini boş bıraktı. Zaman geçiyor, Cahit görünmüyordu. İçkiden ve dostlarından ayrı kalıyordu. Hayat tarzını mı değiştirmişti? Yoksa bazı yasaklara mı maruz kalmıştı?
Sorular soruları izledi; karanlıklar güneşi gözledi ve cevaplar gelmeye başladı. Cahit Sıtkı evlenmişti; işten eve, evden işe gidiyordu. Eski alışkanlıklarını terk etmişti. Eşi Cavidan (Tınaz) Hanım, bazı kurallar koymuştu. Akşamları dışarıya çıkmak, birkaç kadeh rakı içmek, arkadaşlarla sohbet etmek gibi alışkanlıkları kısıtlanmıştı. Şair, konulan yasaklara karşı duracak yapıya sahip değildi. Hayatı boyunca mülayimliğiyle tanınmıştı. Mebus Evleri’nde küçük bir daire kiralamıştı. Hanımı ile akşamları Bakanlıklar’da kısa yürüyüşlere çıkıyordu. Bir meyhane arkadaşı, Salim Şengil günlüğünde Tarancı’nın yeni konuma değinmişti:
‘Akşamüstleri, Bakanlıklar'da O'nu, ak pak, tombulca eşinin kolunda asılı giderken gördüğüm çok olmuştu. Göz göze geldiğimizde sıkılırdı. Mahcup olmuş gibi kaçamak bir selâm verdiğini anımsarım. Evliliğin zorlamalarıyla mutlu da olsa, ev ev komşuluklar kuracak bir yaradılışta değildi.’
Ama saksısını beğenmeyen çiçeğin kuruması gibi, Cahit Sıtkı da yeni hayat düzenine isyan etti. Sabah çok erken saatlerde evden çıkıyor ve ‘Tercüme yapmaya gidiyorum!’ diyordu. Tarancı’nın hayatında içki önemliydi-vazgeçilmezdi; bir süre kullanmasa, rakı burnunda tütüyordu. Sabahın erken saatlerinde içmeye koyuldu; Şükran’da birkaç kadeh rakıyı hızla tüketiyor, sonra işe gidiyordu.
Sohbet yoktu, şiir okuma-dinleme yoktu, edebiyat yoktu ve adeta çölde vaha arayan adamın hayatını yaşıyordu.
Evlilik, Cahit’in hem sağlığını, hem de edebiyat işçiliğini mi bozmuştu? Şair, dostlarından, şiirden ve öyküden uzaklaşmıştı. İş yerinde ziyaretine gelen arkadaşları da olmasa, nefes bile alamayacak mıydı?
Evliliği uzun sürmedi. Felç geçirip, zatülcenp hastalığı da ilerleyince hastaneye yatırıldı; belki şifa bulur diye Viyana’ya yollandı. Ama, amel defteri kapanınca, dünyadaki filmde ‘the end’ yazıyordu.
Beşiktaş’ta sevgilisini bırakan ünlü şair, Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığı’nda yaşam hikâyesine son noktayı koydu.
Ali Hikmet İnce yazdı.
Süzme Haber